Örgütlerden ve yöneticilerin bir araya geldikleri konferanslardan bazen garip hikâyeler yayılır. Bazıları ciddiye alınmayacak kadar tuhaf olur. Kum havuzunda oynayan baş icra sorumluları mı? Orta kademe yöneticilerin yaratıcılıklarını harekete geçirmeleri için iş dünyasına müzisyenler, öykü anlatıcıları, aktör ve sanatçılar mı davet ediliyor?
Bu hikâyelerin çoğunun doğru olduğu anlaşılıyor. Yaratıcı sanat dallarıyla iş dünyası arasındaki—bir zamanlar herkesçe kuşkuyla karşılanan—ilişki değişmekte. Bir zamanlar bir şirketin aldığı kültürel övgüleri artıran şey, yaptığı sanatsal sponsorluklar oluyordu: örneğin, şirkete ait bir sanat koleksiyonuna yatırım yapma. Şimdilerde ise, bunu bizzat yapıyor olmanız gerekiyor. Bugünlerde resim yapmayı veya piyes yazmayı içeren ekip oluşturma olaylarına rafting yapma veya dövüş kurslarına katılma kadar sık rastlanıyor. "İnsanların çalışmada yaratıcı potansiyellerini açığa çıkarma" konulu bir sürü eğitim veriliyor. Soru şu: Bunlar ne kadar etkili oluyor?
Çoğu zaman yöneticilerden ekiplerini esinlendirmek için garip şeyler yapmaları istenir. Ama bunlar arasında, resim yapmaya pek sık rastlanmaz.
Bütün mesele düşünmemizin iki yanını dengeleyebilmektedir. Çoğu yönetici kendisini rasyonel ve analitik biri olarak görür. Gizli sezgisel ve yaratıcı becerilerini keşfetmeleri yöneticilere, "beyinlerinin her iki yanını" da kullanma imkânını sağlıyor. Üstelik bütün bunlar bir resim çiziktirmeyle başlayabiliyor.
Kuruluşlarda çalışan insanlar bütün kültürel bagajlarıyla birlikte yaratıcılıklarını da işyerinin kapısında bıraktıklarının gittikçe daha çok farkına varıyorlar. Yaratıcılık kurslarına katılanlar çoğu zaman bir boşlukta çalıştıkları duygusuna kapıldıklarını söylüyorlar. Çalıştıkları örgütlerde yaratıcılığın istenen bir şey olduğu sık sık söylense de bu kuruluşlar onu yeşertme araçlarından yoksunlar.
Bu paradoksal durumun tepesinde geçmişin gölgesi salınıp duruyor. Endüstrileşme işlevsel çalışma ile yaratıcı çalışmayı birbirinden ayırdı. Montaj hattı, sıkıca örgütlenmiş bir sürece yaratıcılık enjekte etme sorununun bir özetidir. Ama aynı durum çok sayıda başka işte de kendini gösterir: bankacılığın veya devletin karmaşık idari süreçlerindeki bürokraside; montaj ve perakende işlerindeki dağıtım şebekelerinde ve "tam-zamanında" sistemlerde. Nitekim, örgütlerimizdeki bütün mevcut yapılarda da daha yüksek, stratejik düzeylerdeki yaratıcı çalışma ile daha alt düzeylerdeki işlevsel çalışma arasındaki ayrıma tanık oluruz.
Bunun sonucu olarak, örgütsel yaratıcılık bir yana itilmiş, tekil, bir miktar ayrıksı bir süreç olarak görülür olmuştur: iyi, ama mevcut duruma uyarlanması zor bir fikir.
Oysa, bireysel düzeydeki yaratıcılık kavmini, tersine canlı ve iyi durumdadır. "Popüler Psikoloji" ya da "Zihin, Beden ve Ruh" etiketi taşıyan kitap rafları; düşünebilmek, çalışabilmek ve daha etkili bir yaşam sürebilmek için iç kaynaklarımızı harekete geçirmekle ilgili kitaplarla dolu. Bunların kaliteleri farklı farklıdır; bazıları işe yarar. Bu kadar popüler oluşları, birçoğumuzun normal olarak görmezden geldiği hayal gücümüzün bazı kısımlarını kullanabilmeyi düşündüğümüzü gösteriyor. Bunun için hemen elimizin altındaki bir tekniğe ulaşma düşüncesi çekicidir. Bu, bireyler için başarılı bir taktik olabilir, ama yaratıcılığı geliştirme konusuna örgütsel yaklaşım daha kapsamlı ve geniş temelli olmak zorunda.
Bu konuda eğitimin nasıl bir yardımı olabilir? Bir eğitim müdahalesi, bireyleri ve ekipleri daha yaratıcı düşünmeye ve davranmaya acaba nasıl sevk edebilir? Bir kuruluşun yaratıcılığı kendi kültürünün bir parçası haline getirmesinde, eğitimin bir yararı olabilir mi? Aslında, eğitmeye çalışmamız gereken şey nedir? Dahası, "yaratıcılık" deyip geçiverdiğimiz bu şey aslında tam olarak nedir?
Yaratıcılık, soyut ile pratik arasındaki ayrımı aşmakla ilgilidir. Eğitim sistemimizin temel özelliklerinden biri de bu bölünmüşlüktür. Bu yarığın bir yakasında soyut, analitik düşünce vardır; öteki yakasında ise pratik eylem. Bunlardan birincisi güçle, entelektüel başarı ve statüyle ilintilidir; ikincisi ise mesleki eğitim ve şu ya da bu oranda el emeğiyle. Buna rağmen, en iyi soyut fikirlerin çok pratik insanlardan çıktığına defalarca tanık oldum. Bireyler fikirlerle eylem arasındaki uçurumu aşabiliyorlar; oysa örgüt yaşamı—özellikle de yöneticinin yaşamı—böyle bir sıçramaya pek az imkân tanıyor.
Çalışmayı örgütleme tarzımızda görece yeni bir gelişme olan yönetim, pratik bir sanattır. Buna rağmen her geçen gün biraz daha entelektüel bir disiplin olarak takdim ediliyor. Lisans derecesi almayı düşünen ve bu programlardan birine kaydını yaptıran yöneticiler kendilerini, sonuç alıcı eylemin erdemleri ile o alanda ortaya atılmış en son teorinin baştan çıkarıcı çekiciliği arasındaki bu zihinsel bölünmeyle mücadele halinde buluyorlar.
Bu bağlamda yaratıcılık, "yaratıcı düşünme" halini alır. Ama çabuk çözüm—hızlı sonuç veren basit, "pratik" çözümler—dürtüsü düşünmenin bu türünün hızlı ve özünde kolay olmasını gerektirir. "Zorluk" gerçekten de bir küfür gibidir. Sonuçta, şirket eğitimlerinde pek sık görüldüğü gibi, yaratıcılıkta modacılığa ve yapaylığa doğru bir eğilim ortaya çıkmaktadır. Kısa kursların sınırları içinde çalışan eğitimciler, eğitim görenlerin "bilinen çerçevenin dışında düşünmelerine" yardımcı olacak çeşitli oyun ve alıştırmalar yaptırırlar. Bu türden teknikler, bana kalırsa zararsızdır; ama pek nadiren kalıcı etkileri olur. Üstelik, bu kişilerin bunlardan sağladığı yararların, onlarla birlikte çalışanlara bir hayrı olmayabilir.
Kısa bir süre önce, stresle baş edebilme kursuna katılan bir kadının öyküsünü dinledim. Kendisine çeşitli yaratıcı yaklaşımlar önerilmişti. Bunlardan biri de "Uçan Halı"ydı: Kendisine, "Her şeyin üzerinize üzerinize geldiğini hissettiğinizde, sihirli halınıza bindiğinizi ve bütün bunlardan uzaklaştığınızı hayal edin" denmişti.
Bu görüntü kendisine o kadar çekici gelmişti ki, bu yönteme sık sık başvuruyordu; o kadar ki, halısının üzerine binip gittiğinde geri dönmek nedir bilmiyordu.
Kadının üzerinden attığı bütün o stresi çalışma arkadaşları üstlenmek zorunda kalıyorlardı.
Çabuk çözüm diye bir şey yoktur. Mesele insanların yaratıcı bir tekniği bir günde öğrenmesi değildir; mesele bir örgütün tüm kültürünün içinde yaratıcılığın yerinin ele alınmasıdır. İnsanlar belirli yaratıcı görevler üzerinde—pratik olarak çalışmaya teşvik edilmedikçe, yaratıcı düşünme kurslarında canlandırılmaya çalışılan yaratıcılık denen şeyin bir anlamı olmayacaktır. Dolayısıyla, baş icra sorumlularının kum havuzlarında oynamalarına bir itirazım yok, ama onlara iki sorum olacak. Bu pratik faaliyetten ne gibi iyi fikirler doğuyor? Bu fikirler, önünüzde duran somut göreve yaratıcı bir yaklaşım göstermenizi nasıl sağlıyor?
Eğitimciler çoğu zaman kendilerini yapay ve kozmetik, uygunsuz şeylere başvurur durumda buluyorlar—ama bu onların hatası değil. İtiş kakış halindeki pazarda kendi yaratıcı teknikler tezgâhlarını açmaya zaman bulamıyorlar. Bir iki günlük eğitimlerde, belli yaklaşımların ne kadar etkili olabileceğine dair kaba bir fikir verilebilir. Ama bu olsa olsa sadece kaba bir fikir, çok özet bir deneyimdir. Böyle bir şey insanların yaratıcılıklarını uzun dönemde-—ve umalım ki işyerlerinde—harekete geçirebilmelerini sağlayabilir. Ama bu sadece Sindrella'yı balo için giydirmekten ibarettir; baloya gidebilmesi için kendisini oraya götürecek bir araca ihtiyacı vardır ve bu araç yeniliktir. Yenilik yaratıcılığın hayata geçirilmesidir. Yaratıcılık eğiticisinin görevi, bana kalırsa insanları yenilik yapmaya hazırlamaktır.
Yaratıcılık yıkıcı ve kontrolü zor bir şey halini alabilir. Onu örgütlerde kontrol altına alma anlayışımız hâlâ çok kaba. Yaratıcılığa ilişkin politika geliştirmiş örgüt sayısı pek az; onu bütünleştirici bir iç yapıya sahip örgüt sayısı ise daha da az. Bir örgütte yaratıcılık eğitimine başladıysanız, belli bir aşamada bu tatsız noktaya gelip dayanmanız kaçınılmaz. Sadece yaratıcılığa yer verme yetkisine değil, yaratıcılığın sürekli bütünleştirilmesini sağlayacak yapılan yerli yerine oturtma yetkisine de sahip kişi veya kişilerin, bilinçli bir karara varmalarını gerektiren nokta da işte burasıdır.
Öyleyse ne yapılmalı? Yaratıcılığın, kendisini düşünce süreçlerimizin kaprisli unsuru olarak ortaya koyması da söz konusu olabilir; ama öyle de olsa, bir çalışmadır. Yöneticilerin yaratıcılığa yer açmaları, ancak onu bütün ötekiler gibi yönetilebilir bir süreç olarak görüyorlarsa söz konusu olabilir. Yaratıcılık eğitimi verenlerin dikkatlerimizi belki de yaratıcı düşünmeden uzaklaştırıp, bizzat yaratma sürecinin kendisine çevirmeleri gerekiyor.