İş Yaşamında Stres
Hayatın ayrılmaz parçası stres.
Bundan 25 yıl önce stresi zorlanma ve uyum olarak tanımladık. O günlerde pek çok kişiye hiçbir anlam ifade etmeyen bu kavram, bugün yaşamın değişmeyen bir parçası olarak hepimizin hayatındaki yerini aldı.
Stres, organizmanın bedensel ve ruhsal sınırlarının tehdit edilmesi ve zorlanmasıyla ortaya çıkan bir durumdur. İş ve özel hayatımızı, zorlaştıran, mücadele etmemizi gerektiren birçok talep ve olayla karşı karşıya kalıyoruz. Bu zorluklarla başa çıkabilmek için zengin kaynak ve donanımlara sahip olsak bile, her zaman başarılı olamıyoruz ve strese yenik düşüyoruz.
İş yaşamında, "Çok çalıştım, çok mücadele ettim ve bu başarıyı elde ettim," diyenler kadar, "Çok çalışıyorum, tükendim, bittim artık," diyenler de var. Birinci grup, kendilerini işlerine ve bu yolla elde edecekleri yaşam kalitesine odaklayabilen, yani stresle başa çıkabilen kişilerden oluşur. İkinci gruptakiler ise iş hayatında kalmaya devam ederken, hem kendini hem çevresini verimsiz ve mutsuz kılarak yaşam kalitesini düşüren, yani strese boyun eğen kişilerdir.
Günümüzde iş yaşamı değişim, çatışma ve belirsizlik üçgeninden çözüm üretebilenlere şans tanıyor.
Başarılması beklenen iş; bilgi, beceri ve yetkinliklerin üzerindeyse veya kişi kapasitesini zorlanmalarla başa çıkabilmek için yetersiz olarak algılıyorsa, stresin ortaya çıkmasına yol açacak şartlar hazır demektir. Yaptığımızla yapmak istediğimiz, olduğumuzla olmak istediğimiz arasında var olan veya algılanan fark büyükse, stres ortaya çıkar. Bu durumda bir ağırlık olarak hissedilen stresi daha başarılı ve verimli olmak yolunda bir güç olarak kullanmak, kişinin elindedir.
Stres: Hissedilen ağırlık, görülmeyen güçten kaçış yolu yoktur. Hayatın gerçeklerinden kaçmayı seçmek, hayattan vazgeçmektir.
İnsan, hayatı boyunca mücadele etmesini gerektiren olaylar ve karşılanmakta zorlanacağı taleplerle karşı karşıya kalır. Bu zorluklarla başa çıkabilmek için zengin kaynak ve donanımlara sahip olan bireyin bu özellikleri, kendisinden beklenenleri karşılamada yetersiz kalırsa, stres ortaya çıkar.
Stres, organizmanın bedensel ve ruhsal sınırlarının tehdit edilmesi ve zorlanmasıyla ortaya çıkan bir durumdur. Kendi kapasitesini zorlanmalarla başa çıkabilmek için yetersiz olarak algılayan kişi, stres yaşar. Kişinin, olmasını istediği durumla algıladığı durum arasında önemli saydığı bir fark varsa, stres ortaya çıkar. Ancak algılarımızdan biz sorumluyuz. Dünkü tutum ve alışkanlıklarımızla bugünün dünyasına uyum sağlayamayız. Durumu değiştiremiyorsak, ele alış biçimimizi değiştirmeliyiz.
Stresin aşağıdaki bileşenlerden oluştuğunu söyleyebiliriz:
* Kişisel beklenti ve seçimler,
* Değişimin getirdiği baskı ve talepler,
* Kişinin stresle başa çıkma becerisi veya bu beceri hakkındaki algısı.
Stres, uyarandan bağımsız, uyarılana bağlıdır.
Araştırmalar, stres kaynaklarından çok, strese maruz kalan kişinin tehdit algısının strese yol açtığını göstermekledir. Başka bir deyişle stres, kişinin işlek ve potansiyeliyle, çevresinin ondan işlek ve potansiyellerinin dönüşmemesi nedeniyle ortaya çıkar. Bu nedenle stresi herkes farklı sebeplerden ve farklı şekillerde yaşar.
Olaylar ve yaşantılar farklı insanlarda farklı sonuçlar doğurur. Bir kişi için stres verici olan yaşantı, bir diğeri için stres kaynağı olarak algılanmayabilir. Hatta diğeri için stres kaynağı olmadığını görmek, o kişi için ayrı bir stres kaynağı olabilir. Hayata bakışımız ve ona yüklediğimiz anlam, hayatın bize getirdiklerini doğrudan etkiler.
Algılarımızı ve olaylara yüklediğimiz anlamı farklı kılan sebepler vardır. İnsanlar farklı genetik özelliklere, yaşantılara, tutumlara, yeteneklere, eğitime ve kişilik özelliklerine sahiptir; bunların sonucunda, istekleri, beklentileri ve bunları karşılayabilme becerileri farklıdır. Yaşadığımız yer, yaptığımız iş, yaşam biçimi, aile ve arkadaş çevresi bakımından da farklı
olduğumuza göre, algılarımız uyarandan çok, bize bağlı olacaktır. Öte yandan stresin varlığı, yaşamın varlığı kadar gerçek. Var olmak ve yaşamı sürdürebilmek; gelişimsel stresler, günlük stresler ve hayat krizi niteliğindeki streslerle başa çıkabilmeyi gerektiriyor.
Stres hakkındaki yanlış düşüncelerden biri de, bunu ancak "zayıf kişilerin yaşadığı inancıdır. Gerçekte herkes stres yaşar. Zayıf insanların "güçlüklerden farkı, stres yaşamaları değil, stres altında ezilmeleridir. Bu kişiler, koşulları kaderleri olarak görürler. Stresle başa çıkabilen kişilerin kaderini ise düşünceleri, duyguları ve tercihleri çizer.
Stresten yararlanın; harekete geçin stresi itici güce dönüştürebilenlerin büyüme, gelişme ve kazanma şansları kendiliğinden doğar.
Tehdit olarak algıladığı bir durumla karşı karşıya kalan ve bununla baş acıkma yollarını arayan kişi, öncelikle kaygı duyar. Evrim sürecinde kaygı, kişinin potansiyel tehlikelere karşı tetikte olmasını sağlamıştır. Duygusal beyin tehdit tarafından uyarıldığında ortaya çıkan kaygı, dikkati mevcut tehlikeye odaklar ve zihin bütün faaliyetlerinin bu tehlikeyle meşgul olmasını sağlar. Bu anlamda kaygılanma, olası aksaklıkların ve bunlara karşı alınacak önlemlerin bir provası veya potansiyel tehlikelere karşı önceden çareler aramak olarak nitelenebilir.
Ancak kaygılanmanın kronik bir hal alarak strese dönüşmesi, kişinin yaşadığı problemlere yeni bakış açıları sağlamaz; aksine, kişiyi çıkmaza sokar. Çünkü yüksek düzeyde kaygı, çözüm yerine, sorun ya da tehlike üzerinde yoğunlaşmaya sebep olur. Bu, zararlı stresi doğurur ve âdeta zihinsel bağımlılık yaparak kişinin enerjisini yanlış yere yöneltmesine ve tüketmesine yol açar.
Stres, hayatın kaçınılmaz bir gerçeğidir; mutlaka olumsuz veya zararlı da değildir. Önemli olan, stresin düzeyi ve kişinin başa çıkma becerisidir. Stres, kişinin sürekli değişen çevreye uymasını sağlayan, duygusal ve fiziksel etkileri olan, olumlu duygular da uyandırabilen bir olgudur. Stres, kişiye heyecan verir, harekete geçirir ve yeni bakış açıları kazandırır. Bu, yararlı strestir ve farklı çözüm yolları bulunmasına imkân verir.
Stres kavramı, fizik biliminden psiko-fîzyolojiye uyarlanmıştır; dolayısıyla işlevi, fizikteki işleviyle aynıdır: Herhangi bir madde, kendisine uygulanan baskının yönlendirdiği doğrultuda harekete geçebiliyorsa, stres oluşmaz; madde zorlanma karşısında uyum göstermiyor ve sabit kalıyorsa, stres ortaya çıkar.
Bir tek cümleyle özetlemek gerekirse canlılık "«değişen şartlara uyum" olduğuna göre, hayatta kalmak ve sağlıklı yaşamak için şartların değişmesi beklenemez. İnsan, sağlıklı yaşamak için "stresi olmayan bir hayat" dilemek yerine, değişen şartlar doğrultusunda hareket edebilmeli, böylece stresi kontrol edebilmelidir. Stres düzeyi, keman teli gibi tutulmalıdır. Tel, gevşek olursa amaca uygun güzel sesler veremez; fazla gergin olursa da kopar. Muhteşem seslerin çıkmasını sağlayan, doğru orandaki gerginliktir.
Stressiz bir hayat, tatsız tuzsuz ve yavandır.
Uygun düzeydeki stres, kişinin hayatına heyecan ve hareket katar, gelişimine yardımcı olur, alternatif geliştirmesine, farklı yaşantıları denemesine imkân verir. Kişinin zorlanması; fiziksel koşulların bedeni zorlamasından, var etme ve keşfetme isteğinin zihni zorlamasına kadar uzanır. Bu anlamıyla stres, bireyi harekete geçirir, ileri götürür. Rekabet, farklılaşan işler, üzerimize aldığımız rolü tamamlama becerimiz, hatta hayal kırıklıkları ve başarısızlıklar, hayata hareket, derinlik ve zenginlik kazandırır. Yapılması gereken, stressiz bir yaşam dilemek değil, yaşamın özünde var olan stresten yararlanarak onu lehimize çevirmektir. Stressiz bir hayat, sıkıcı, hatta hüzünlü bir hayat olabilir, kişiyi "paslandırır". Pas, kişinin fonksiyonlarını yerine getirmesini engellediği gibi, yaşadığı sistemin çökmesine de yol açar. Halbuki, "İşleyen demir ışıldar." Stresle başa çıkabilmek için yapmamız gereken, öncelikle harekete geçmek ve enerjimizi amacımıza doğru yönlendirmektir.
Stres dalgaları üzerinde sörf için, önce değişimi kucaklayın.
Uyum sağlama özelliğimizin keyfine varmak, değişim okyanusuna atlamakla mümkün olur.
Gittikçe hızlanan değişim, eğer ona uyum sağlamayı ve ondan değer yaratmayı beceremezsek, önümüzdeki günlerin daha karmaşık, daha hızlı ve daha stresli olacağının habercisidir.
Değişim, dirence kapalı, uyuma açık bir süreçtir. İnsan zihni ve bedeni, değişen şartlara "uyum" için donanımlıdır; yani gerilim yaratan düzensizlikten kaçman veya bununla mücadele eden bir doğaya sahiptir.
Değişen dünyada yerini alabilme, teknolojiye ve artan bilgiye yetişebilme ve bunları kullanabilme, farklılaşan iş koşullarında yeni yollar arama, kısaca "değişime uyum" çabasının sonucu olarak stres, yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak her insanın hayatındaki yerini almıştır.
Bu durum kaçınılmaz olarak farklı bir düşünce tarzım, bakış açısını, yeni çalışma davranışlarını ve değişimin yaratacağı streslerle etkili bir biçimde mücadele etme koşulunu getiriyor. 21. yüzyılın bize açacağı ufuklarda korkusuzca yelken açabilmek için önümüzdeki dünyaya farklı psikolojik gözlüklerle bakmak ve farklı düşünmek gerekiyor.
Zihin haritalarındaki bu değişiklik, en başta değişimi algılayışla ilgili olmak zorunda. Bu algılayışla bağlantılı olarak, insanlar değişime dört düzeyde tepki verirler:
1. Kurban anlayışı. Değişimi birinci düzeyde ele alan bu kişiler, değişimin sorumlusunu arar, enerjilerini sorun çözmek yerine direnç, kızgınlık ve korkuya odaklarlar. Değişimin hızının azalmasını ister, azalmayınca da suçlayacak, yakınacak, yaşadığı stresi azaltacak birini bulmak için boşu boşuna etrafa bakınırlar. Böylece stresini daha da artar. Bu insanlar genellikle çaresiz ve kötümserdirler.
2. Uyum sağlamak. Değişimi ikinci düzeyde ele alanlar m zihin haritaları, duruma uyum sağlamaya programlanmıştır. Bu kişiler değişiklikten hoşlanmazlar, ancak zor zamanda zararı en aza indirecek yol ve yöntemler bularak hayatta ve ayakta kalmaya gayret ederler. Tökezleseler de, düşecek kadar çaresiz ve enerjisiz değillerdir.
3. Fırsata çevirmek. Değişimi üçüncü düzeyde ele alanlar, değişimdeki fırsatları görüp bundan yarar üretmeye çalışırlar. Bu düzeyin zihin haritası, değişimden kaçma, yarar sağladır. Yapıcı bir bakış açısına sahip olan bu kişiler, enerjilerini değişimin başarısı yönünde kullanırlar.
4. Stresi yönetmek. Bu düzeye uygun zihin haritası, değişime tepki vermek değil, değişimi tetiklemek, gerçekleştirmek ve değişimden doğacak imkânları istenilen yönde şekillendirmektir. Bu kişiler strese yenilmez, aksine stresi yönetebilir.
Değişimi dördüncü düzeyde ele alabilen kişi, stresi yöneterek kendi geleceğinin mimarı olur; gelecekle, değişimle ve onun getirdiği sorunlarla savaşmak yerine, yarının dünyası ile ortaklık kurarak değişimin bir parçası olmayı hedefler. Bu kişi, sürekli öğrenme tutumu geliştirmiştir; kendisine karmaşık geleni anlamaya, değişimi yıkıcı değil yapıcı görmeye ve çevresini bu konuda yönlendirmeye çalışır. Stres denizinde boğulmaz, stres dalgaları üzerinde sörf yapabilir.
Bu kişi bilir ki; Değişmek dayanıklılık gerektirir; bu, zaman alan bir çabayla gerçekleşir. Değişmek inanmayı gerektirir; yavaş yavaş gelişir ve zamanla fark edilir. Değişmek enerji ve iç disiplin gerektirir; geri adım atmak her zaman daha kolaydır. Ancak önemli olan, zoru başarmaktır.
Söz konusu olan değişim özelliklerini gerçekleştirmek için kendinize örnek olabilecek bir kişi seçin. Bu kişinin belirleyici özelliklerini tanımak ve bunları içselleştirmek, değişime bu açıdan yaklaşmanız için size rehberlik eder.
Zorlamadan ve zorlanmadan yaşamanın keşfi: Sevdiğiniz işi yapın.
Günümüz iş hayatında, yapmam lazımın yerini, yapmak istiyorum ve yapacak donanımı kazanabilirim almışsa, varız.
"İşiniz zevkliyse eğer, hayat bir eğlencedir; ancak iş sadece görevse, hayat bir köleliktir." Maksim Gorkinin 19. yüzyılın başında söylediği bu söz, günümüzde de iş hayatının temel gerçeğini oluşturuyor. Ortalama 30 yılımızı, neredeyse 75.000 saatimizi işyerinde geçiktiğimizi düşünürsek, iş tatminiyle hayat tatmini arasındaki doğrudan bağlantıyı daha net görebiliriz.
Hayattaki en önemli kararlardan biri, hangi işi yapacağımız, kariyerimizi nasıl çizeceğimizdir. iş, kişinin kimliğini ve kişiliğini yapılandırır. İş, kişiye "ait olma" hissi verir; destek, güç ve belli bir gruba dahil olma duygusu sağlar, ortak hedefler doğrultusunda işbirliği ve başarıları paylaşma zevki verir. Bu yaşantılar, kişinin sosyal kimliğini belirler.
İşin anlamı
İş, kişiye hedef ve amaç verir. Zevk veren melodiler yaratan bir müzisyenin, farklı tatlar yaratan bir aşçının, hayat kurtaran bir itfaiyecinin, tarihi koruyan bir arşivcinin ortak noktaları, kazandıkları paranın tamamen dışında, işlerine, hayatlarına ve dünyaya kattıkları anlamda gizli değil midir?
Yüreğini işine katanlar, en güçlü olanlar ve en yüksek katma değer üretenlerdir. İçten olmayan, koşullara ve çıkarlara dayalı işler ruhsuz ve değersizdir. Yapılan işin kalitesi, kişinin önce kendisine, sonra işine duyduğu saygıyla doğru orantılıdır. İşine ruhunun zenginliğiyle gitmeyen kişinin kendi de işi gibi ruhsuzlasın Bu, bir insanın kendisine yapabileceği en ciddi kötülüktür. Kendimize saygı, işimize saygı ile güç ve anlam kazanır.
İşteki psikolojik sağlığımız, ruhumuz ve duygumuz, işimizi seversek var olur. İş stresinin dengesi, bu sevgiye bağlıdır. Bu sevginin beyzası, iç dünyamızı aydınlatır ve hayat karşısında yıkılmayan gücümüz olur. İşimizi ne kadar seviyor ve kendimizden katkı sağladığımıza inanıyorsak, stresimiz o kadar dengeli ve teşvik gücü yüksek olacaktır.
Gönüllü çalışan olmak
İşiyle bütünleşen kişinin iç motivasyonu yüksektir. Bu kişi, "gönüllü çalışanadır; yaptığı işle öyle bütünleşir ki, âdeta iş kişiyi içine çeker. Bu durumda kişi güçlü, canlı, atik, yeteneklerinin doruğunda ve yaptığı iş üzerinde tam kontrol sahibidir. Saate bakmaz, nerede olduğunu unutur, âdeta yüksek vitese geçer. Dikkat, sadece yapılan işe odaklanmıştır. Böyle bir bütünleşme, herhangi bir dış faktörle değil, ancak kişinin kendi isteğiyle sağlanabilir. Bu insanlar kendilerini, işlerini ve dolayısıyla hayatı yüceltirler.
İşle bütünleşmek
İş stresleriyle başa çıkabilmek, bilgi, beceri ve yetkinliklerimizle, zorlanmalar arasında sağlanan dengeye bağlıdır. Bir işte yetersiz bilgi, beceri ve yetkinlik; zorlayıcı işlerde kaygı düzeyinin artmasına, zorlamayan işlerde ise ilgisizlik ve yabancılığa yol açar. Yeterli bilgi, beceri ve yetkinlik ise zorlamayan işlerde bıkkınlık doğururken, zorlayıcı işlerde kişinin işle bütünleşmesini sağlar.
şe yabancılık, bıkkınlık ve kaygı insanı "paslanmaya" iterken, kişinin işiyle bütünleşmesi, aklını kullanması, artı değer üretmesi ve kendini uygun düzeyde zorlaması "mutluluk" getirir. Kişi kendisine "anlamsız" gelen bir iş yaptığında değil, iş yaşamında etkin bir rol aldığında ve bir fark yarattığında doyum ve mutluluk hisseder.
İşle bütünleşmişlik bireysel bir özelliktir, dış etkenlerle sağlanamaz. Dıştan gelen motivasyon, kişiye ancak geçici ve yetersiz "çalışma nedenleri" sağlar. Şu sözler, iş hayatının güzel bir özetidir: "İş, o gün yiyeceğimiz ekmeği bize sağladığı gibi, o günden çıkaracağımız anlamı da sağlamalıdır. İş, bizi geçindirecek parayı sağladığı gibi, kendimizle gurur duymamızı da sağlamalıdır; sıkıntıyla değil, coşkuyla dolu olmalıdır. Kısacası iş, pazartesiden cumaya kadar çekilen cefa değil, yaşanan hayat olmalıdır."
Kurban rolü oynamayın. Hayatınızı kontrol edin.
Ne kadar çok kurban rolü oynarsanız, o kadar gücünüzü kaybeder ve başka güçlere ihtiyaç duyarsınız.
İş hayatında kurban rolünü benimseyen kişileri kolaylıkla ayırt edersiniz; sergiledikleri en belirgin tutum mazeret aramak, başkalarını suçlamak, çözüm değil eleştiri getirmektir. Sık sık, "Bu benim iş tanımımda yer almıyor", "Bunu yapamam, gerekli araç ve kaynaklar sağlanmadı" gibi ifadeler kullanırlar. Benjamin Franklin'in dediği gibi, "Mazeret bulmakta başarılı olan kişi, başka işte pek başarılı olamaz." Zaten, kendilerini kurban olarak gören bu kişilerin başarı güdüsü düşüktür. Problemlerin çözülemez, engellerin aşılamaz, yaşadıkları şiddetli stresin "çağın hastalığı", "Allah'ın işi" olduğuna inanırlar.
Yapılan bir araştırmaya göre, aynı eğitim ve yeteneklere sahip olan iki kişiden neden birinin başarılı, diğerinin başarısız olduğu sorusuna, Amerikalıların sadece % Ti "kader" veya "Allah'ın işi" diye cevap verirken, gelişmekte olan ülkelerde bu cevabın oranı % 30'a çıkıyor.
Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki bu fark, "kontrol odağı" bağlamında ele alındığında, hiç de şaşırtıcı değildir. Kontrol odağı içte olan kişiler, kendi davranışlarıyla ilgili sorumluluk alır, kendi hayatını kontrol altında tutabildiğine inanır, bu amaçla da enerjilerini kontrol edebileceği faktörlere yöneltir. Bu kişilerin başarı güdüsü yüksektir. Problemlerin bir çözümü, engelleri aşmanın bir yolu olduğuna inanırlar.
Kontrol odağı dışta olan kişiler, zihinsel ve duygusal enerjilerini "kader, kısmet" gibi kontrol edemeyecekleri faktörlere yöneltir. Başarısızlıklarının sebebini kendileri dışındaki koşullara atfeder, başarılarını ise kendi becerilerinden ziyade, şansa bağlar. Bunun sonucunda, kendilerini Ne yapsam boş, her şey olacağına varır gibi düşüncelere kaptırırlar. Başarılı olamazlar.
Kontrol algısı stresi azaltır.
Stresin, kişinin kendi kapasitesini zorlanmalar karşısında yetersiz olarak algıladığında ortaya çıktığım söylemiştik. Kontrol odağı içte olan kişiler, zor durumları ve üzerlerindeki baskıyı kontrol edebileceklerine inandıklarından, stresle başa çıkmada başarılı olurlar.
Kontrol algısı, kişinin ruhsal sağlığı üzerinde olduğu kadar, fiziksel sağlığı üzerinde de etkilidir. Buradaki kritik nokta, duygusal ve zihinsel enerjiyi kontrol edilebilecek alanlara yöneltmek, kontrol edilemeyenler üzerinde durmamaktır. Kontrol edemeyeceği olaylar için sızlanan ve başkalarını suçlayanlar stresle baş edemez. Kişi, sebepleri dışında değil, içinde ararsa, sonucunu değiştiremeyeceği durumları kabul eder ve problemini çözecek alternatif yollar arar.
"Kendini ve hayatını kontrol ettiği" inancı, kişinin sadece neler "başardığını" değil, yaptığı işten duyduğu tatmini, o işi yaparken kendine duyduğu güveni ve saygıyı da belirler. Kendi değerleri doğrultusunda yaşamak, ilgi duyduğu şeyleri yapmak ve başardıklarından tatmin olmak, kişinin doğasında vardır. Doğasına uygun yaşayan kişi, stresle başa çıkabilir. Aşağıda, stresle kolay başa çıkabilenlerin kişilik özellikleri sıralanmıştır.
İşine ve sosyal hayata daha aktif katılmak, işinden ve sosyal faaliyetlerinden zevk almak,
· Mücadele ve değişildikten zevk almak,
· Hayatını ve çevresindeki şartları kontrol edebildiğine inanmak,
· Gelecekle ilgili olumlu beklenti içinde olmak (umut faktörü),
· Hoşgörülü ve esnek olmak,
· Yakın çevresiyle olumlu duygusu! ilişki içinde bulunmak.
Hayatın kontrolünü dış ödüle bırakmayın.
Kendine acındırmak, başkalarının acıma duygusunu harekete geçirerek ilerlemeyi amaçlayan doyumsuz bir arayıştır.
Kendi inanç ve ilkeleri yerine sadece dışardan sağlanan "ödüller" karşılığında çalışan kişinin, kendisini daha fazla stres içinde algıladığı bilinmektedir.
Bizim kontrolümüzde olmayan, başkası tarafından yönetilen bir "ödül", davranışlarımızın veya işimizin esas amacı haline geldiğinde, üzerimizde baskı oluşur, çünkü artık amacımız bizim kontrolümüzden çıkmıştır. Aşağıdaki örnek, bu durumu açıklamaktadır:
Yaşlı bir adam, evinin yanında her gün basketbol oynayan ve çok gürültü yapan gençlerle bir türlü başa çıkamayınca, başka bir yol buluyor: Gençlere her gün para vermeye başlıyor. Aldıkları bu para karşılığında gençlerin tek yapmaları gereken, her gün aynı yerde basketbol oynamak. Bu, zaten gençlerin yaptıkları şey; şimdi bir de üzerine para aldıkları için çok mutlu oluyorlar. Üç gün bu böyle devam ediyor. Dördüncü gün, yaşlı adam gençlere üzgün olduğunu, artık daha az para verebileceğini söylüyor. Beşinci gün, bu miktar daha da azalıyor. Nihayet yedinci gün, yaşlı adam artık gençlere verecek parası kalmadığını söylüyor. Sekizinci gün, yaşlı adam artık rahat; çünkü gençler gelmiyor. Neden mi? Yaşlı adam, gençlerin amacını değiştirdi; "Burada basketbol oynamayı seviyorum", "para aldığım için burada oynuyorum"a dönüştü. Yani küçük bir ödül, gençlerin oyundan aldığı zevki azaltmaya, hatta yok etmeye yetti.
İç motivasyonu düşük insanlar, karşılığında "ödül aldıkları" işe olan ilgilerini kaybederler. Herhangi bir işi dıştan gelen bir "ödeme" için yapan kişi, bu ödemeler tarafından "yönetildiği" hissine kapılır, hu ödül bazen takdir ve övgü dahi olabilir. Bunun sonucunda "Başkalarından daha mı başarılıyım?
"O mu daha iyi, ben mi?" veya "Beni görüyorlar mı acaba? Bu işte ne kadar iyi olduğumu düşünüyorlardır?" gibi düşüncelere kapılan kişi, "yaptığı işeten çok egosuyla meşgul olmaya başlar. Egoyu besleyen ve şişiren yaklaşımlar, enerjinin verimsiz kullanımında ana kaynaktır. Egonun devreye girmesi kişiyi yaptığı işin içeriğinden uzaklaştırır, o işi yapmanın verdiği zevk ve tatmin azalır. Zamanla, "Başkalarını etkileme veya ödül alma gibi yararlan yoksa, o işi yapmaya değmez" düşünceleri baskın çıkar.
Yaptığı iş için alman herhangi bir "ödül", o işin daha az "eğlence", daha çok "mecburiyet" olarak algılanmasına sebep olabilir. Kişinin "yapmak zorunda olduğu" iş, daha az zevkli ve daha az ilginç hale gelir; işten alman zevk gibi gelişim ve öğrenme açısından duyulan tatmin de göz ardı edilir. Bu şekilde, yapılan iş için verilen ödül, özellikle ilgi duyulan ve yaratıcılık gerektiren işlerdeki performansını düşmesine sebep olur.
Dıştan gelen ödüllerle motive olanlar kendilerini "otorite tutsağı" gibi görürken, iç motivasyonu yüksek olanlar kendilerini özgürce seçim yapan, kendilerine yatırım yapan "merkez" veya "kaynak" olarak görür. Bu kişiler, maaş aldığı için değil, işin kendisinden zevk aldığı için çalışır. İşin "bir parçası olmak" ister;
yani vizyonu, misyonu, liderliği, sorumluluğu paylaşır. Öğrendikleri ve ürettikleri onlara coşku verir. İşinin önemine derin ve kalıcı bir inanç duyar. Kendi kendisiyle yarışır, daha iyisini yapmaya çabalar, yaptığıyla gurur duyar. Bu kişilerin verimliliği yüksek, yaşadıkları stres düşük olur.
Yapılan işi dışardan gelecek takdir ve ödüller için değil, severek, coşkuyla, kendini vererek ve bağlılık duyarak yapmak... Böyle bir hayat, içten kontrol ve iç motivasyonun hediyesi olan, en doyumlu hayattır.
Hayatın galipleri arasında yer alın; yeterlilik duygusunu geliştirin
Zor olan doğru yolu bilmek değil orada kalabilmektir.
Kişinin, hayatındaki belli olayları kontrol edebileceğine olan inancını, psikolog Bandura "yeterlilik duygusu" olarak tanımlıyor. Bandura'ya göre yeterlilik duygusu davranışlarımızın, düşüncelerimizin ve duygularımızın temel belirleyicisi.
Yeterlilik duygusu, kişinin kendi yetkinliklerini değerlendirmesi, kendine bazı özellikler atfetmesiyle şekillenir; yapılan seçimleri, gösterilen çabayı, engeller karşısında ortaya konan direnci, sorunlar ve başarısızlıklar karşısındaki tutumu belirler. Bu duygu, kaçınılmaz olarak, yaşanan stresi de büyük ölçüde etkiler.
Belli bir işe ne kadar çaba harcadığı ve bunu ne kadar süreyle yaptığı, kişinin yeterlilik duygusuna bağlıdır. Bu duygusu yüksek olan kişi, daha fazla ve daha uzun süreli çaba harcar; düşük olan, yani, "Ben bu işi beceremeyeceğim," diye düşünen kişi ise, yaptığı işe harcadığı çabanın azlığı veya en ufak aksilikte vazgeçişi nedeniyle o işi gerçekten de beceremez.
Kişilerin yetenekleri hakkındaki inançlarının o yetenekler üzerinde etkisi çok büyüktür. Yetenek sabit bir özellik değildir; kişinin algısına göre büyük değişiklikler gösterir. Sorunlarla baş edebileceğine inanan kişiler, başarısızlıkların altında ezilmez, olaylara "acaba ne ters gidecek" diye kaygılanarak değil, "bununla nasıl baş edebilirim" anlayışıyla yaklaşır.
Davranış, kişinin bilgi ve becerilerinden çok, bilgi ve becerileri hakkındaki algılarından etkilenir. Yeterlilik duygusu, kişinin hangi davranışı seçtiğini belirler. İnsanlar, genelde kendilerini yeterli gördükleri, kendilerinden emin oldukları davranışları seçerler; iyi bilmedikleri bir şeyi yapmaktan, tanımadıkları veya yetersiz okluklarına inandıkları bu alana girmekten çekinirler.
Yeterlilik duygusunun düşüklüğü, kişiyi reaktif veya pasif davranışa yöneltir; çünkü kendinden şüphe duymak, kişiyi yeniyi denememeye, bilmediğinden uzak durmaya iter. Yeterlilik duygusunun varlığı kişiyi yeni yollar aramaya yöneltir; yokluğu ise pes ettirir.
Yeterlilik duygusu, kişinin düşünce şeklini ve duygusal tepkilerini belirler. Yeterlilik duygusu yüksek olanlar olaylara güvenle yaklaşırken, düşük olanlar, sorunların içinden çıkılamaz olduğuna inanır, çözümden çok probleme odaklanır ve böylece strese davetiye çıkarırlar. Yeterlilik duygusu, nedensel düşünceyi şekillendirir: Yeterlilik duygusu yüksek olan kişiler başarısızlığı yetersiz çabaya atfederken, düşük olan kişiler başarısızlığı yetersiz yeteneklerine atfeder.
Yeterlilik duygusu yüksek olan bir insanın endişe ve kaygı duymayacağım düşünmek hatalı olur. Bu duygu, vücudun bağışıklık sistemi gibidir. Bağışıklık sisteminin kuvvetli olması, kişinin hasta olmayacağı anlamına gelmez. Fakat bu kişilerin, bağışıklık sistemi zayıf olanlardan çok daha zor hasta olup çok daha kolay iyileşeceği kesindir.
Yeterlilik duygusu, elde edilen sonuçları büyük ölçüde etkiler; kişinin, kendisine zorlayıcı hedefler koymasına ve bunlara bağlı kalmasına yol açar.
Bu duygusu yüksek olan kişiler, uğradıkları başarısızlıkları yetersiz çaba, bilgi ve beceriye atfeder ve daha fazla çaba göstermenin, daha fazla bilgi ve beceri edinmenin kendi ellerinde olduğunu bilir.
Kendinize emek verin. Başarıya odaklanın.
Bugünün gücü; geçmiş yaşantılarımızla, gelecek ümitlerimizin bileşkesidir.
Başarı, herkesin yaşamında farklı anlamlara sahiptir. Burada önemli olan, başarının adının konması, kendimiz için tanımının yapılmasıdır. Bu, emeğimizin yönünü belirler. Geçmiş basan ve başarısızlıklar hakkındaki algımız yeterlilik duygumuzu; bu duygu da başarı yönelimimizi şekillendirir. Bunlar, birbirini besleyen süreçler dizisidir.
Tutum ve becerileri bakımından kendisine benzeyen kişilerin kararlılık ve çabalarına tanık olmak, kişinin yeterlilik duygusu üzerinde olumlu etki yapar. Sorunların üstesinden gelebilen "modeller", kişiyi yaşayabileceği durumlara aşina kılar, o durumda neler yapılabileceğine dair örnek oluşturur. Bu tür kişilerin başarısızlığına tanık olmak da, "ne yapılmayacağı" konusunda ipuçları verir. Ciddi bir problemle başa çıkabilmiş bir kişiden onun stratejilerini, davranışlarını, korku ve endişelerini dinlemek, kişiye kendi duygularını ve girişimlerini değerlendirme imkânı verir.
Başarı yönelimli eylemleri doğuran, yeterlilik duygusuna olan inançtır.
Bu duygunun varlığı yaşamın erken yaşlarında aile desteğiyle oluşturulur, ileri yaşlarda kişinin bireysel çabasıyla gelişir. Kişinin küçük başarıları, onu bundan sonraki başarıları için ikna eder. Belli durumlarda ne kadar "aktif veya "pasif olunduğuna dair inanç da yeterlilik duygusunu etkiler. Genel olarak yeterlilik duygusu yüksek kişiler geçmiş başarılarını, yeterlilik duygusu düşük kişiler ise geçmiş başarısızlıklarını daha çok hatırlar.
Başarı yönelimi, yaşanan olumlu örneklerle güçlenen yeterlilik duygusundan güç alır. Zorlukların üstesinden gelmek ve başarılara tanık olmak; elbette ki çaba, hatta bazen zorlama gerektirir. Başarısızlığa uğrayan kişi, aynı durumu yeniden yaşamamak için kendi davranışlarını aşağıdaki sorularla değerlendirmeden geçirmelidir:
· Ben neleri göremedim?
· Neleri daha farklı yapabilirdim? 9 Hangi risklerden kaçınmalıyım?
· Bir daha aynı şeyi yaşamamak için bu olaydan nasıl bir sonuç çıkartmam gerekir?
· Bu sonuçları elde etmek için hangi yönümü geliştirmeliyim?
Böyle bir sistematik değerlendirme, amaca dönük özeleştirinin temelidir. Bu sorulara verdiği cevaplar doğrultusunda hareket eden kişinin güvendiği insanlardan aldığı olumlu ve yapıcı geribildirim, kendi hakkındaki algılarını büyük ölçüde etkiler. İlginçtir ki, olumsuz geribildirimin kendine güveni yerle bir etme gücü, olumlu geribildirimin kendine güveni artırma gücünden daha çoktur.
Başarı yönelimi, kişiyi var olan becerilerini en iyi şekilde değerlendirmeye ya da bunları geliştirmek için ne yapmak gerekiyorsa onu yapmaya yöneltir, kişinin amaçlarını belirginleştirir. Bu şekilde, kişisel etkinlik duygusu kuvvetlenir, kişi kendini daha fazla zorlayacak durumları aramaya heveslenir. Kişi kendisiyle barışık olur, hayatıyla ilgili sorumluluk alır, stresi olumlu enerjiye dönüştürebilir. Bunun için en etkili yöntem, kişinin kendi kendisini yetkilendirmesi, başka bir deyişle farklılık yaratabileceğini bilmesidir. Yetkilendirilmiş kişiler, içinde yaşadıkları çevrede fark edilir değişiklikler yapabileceklerine inanır. Bu felsefeyi rehber edinen kişilerin streslerini yönetme becerisi yüksektir.
Yeterlilik duygusuyla desteklenen başarı yönelimi; hesaplanmış risk alma davranışlarının önünü açar, streslerle başa çıkma girişimlerini artırır. Amaca ulaşmak için mücadelenin zevkli bir araç olarak görülmesine imkân verir.
Enerjinizi gelişime yöneltin; olumlu düşünün
Ancak, çözüme odaklanan kişi çözüme gidebilir.
Kişilerin başarı ve başarısızlıklarını kendilerine açıklama şekilleri, yaşadıkları stresin temel belirleyicisidir. Başarısızlığı değiştirebileceği bir nedene bağlayan, bir sonraki denemesinde başardı olacağına inanan kişi, iyimser olarak nitelenir, iyimserliğin arkasındaki düşünce, bir çözüm olduğuna yönelik inançtır. İyimser kişi, o çözümü bulabileceğine inanır. Başarısızlığın nedenini kendisinin bulup değiştiremeyeceği, sabit bir nedene atfeden kişi ise kötümserdir. Kötümserliğin arkasındaki düşünce, bir çözüm olmadığına dair inançtır. Bu farklı açıklamalar, kişinin baskıya olan tepkisini derinden etkiler.
Herhangi bir şey ters gittiğinde» bir sorunla yüz yüze geldiklerinde, iyimserler ne hissettikleri ve ne yapabilecekleri; kötümserler ise sadece ne hissettikleri ve ne yapamayacakları üzerinde dururlar... İyimserler, başarısızlık korkusuyla değil, başarı umuduyla yola çıkarlar. Başarısızlığa, düzeltilebilir bir hatanın sonucu olarak bakarlar ve bu sonucun tekrar nüksetmemesini sağlayacak adımları atarlar. İşte bu, kişinin yeterlilik duygusunun kuvvetli olması, kontrol odağının içte bulunmasıdır ve kişiyi başarıya yönelten temel etkendir.
Yürürken önümüze baktığımız gibi, hayatta her alanda nereye bakıyorsak orayı görür ve ancak oraya gidebiliriz. Baktığımız yer, neyi gördüğümüzü, nereye gittiğimizi belirler. Bir sorunla karşılaştığında soruna ve ne kadar çaresiz olduğuna odaklanan kişi, hiçbir yere gidemez. Ancak çözüme odaklanan kişi çözüme gider.
Enerjimizi nereye verirsek, orası gelişir. Enerjisini geçmişe harcayarak yaşayan insanlar vardır; "Şimdiye kadar olan problemlerimin üstesinden gelemedim, bundan sonra da gelemem, böyle gelmiş böyle gider," diye düşünürler ve belli bir İşle baş edemeyeceklerine, "o işin kendilerini aşlığına" inanırlar.
Odağı geçmiş verimsizliklere dönük olan bu kişiler, geçmişteki başarısızlıkların etkisi altında kalır, hayatın kendilerine yine başarısızlık getireceğine inanırlar. Hayatı bir yol olarak düşünürsek; arabayı önünüze bakarak mı kullanmak daha akıllıca, yoksa dikiz aynasına bakarak mı?
Olumsuz düşünen, hayatını kontrol edemeyeceğine inanan, yeterlilik duygusu düşük olan ve başarı yönelimi olmayan biri için hayat yolu bilinmezlikler, kuşkular, engeller, hatta korkularla doludur. Bu kişilerin genelde "korktukları başına gelir". Diğerlerinin önünde ise, başa çıkabilecekleri problemler, aşabilecekleri engeller, fırsatlar ve heyecanlar uzanır. Geleceğimiz, uzun bir yol Binlerce kilometre, şu anda, ayaklarımızın altından başlıyor. Neler getireceği bize bağlı.
Olumlu konuşun
Olumsuz konuşmalar olumsuz düşüncelere, olumsuz düşünceler de strese yol açar. Kişilik testlerinde olumlu olarak tanımlanan kişilerin karamsarlara göre daha sağlıklı olduğu, daha az stres yaşadığı ve daha uzun yaşadığı, araştırmalarla kanıtlanmış bir gerçek.
Başarısızlık karşısında olumsuz konuşan kişi, çıkmaza girer. "Yaşam neden bu kadar adaletsiz? "Mahvoldum, ne yapacağım şimdi?" gibi soruların size bir çözüm getirmediğini, sadece stresinizi artırdığını gözlemlemişsinizdir. Kendinize bu soruları yasaklayın ve doğru sorulan sormaya başlayın. Göreceksiniz, bu sorular odağınızı, düşüncelerinizi, hislerinizi ve davranışlarınızı etkileyecektir:
Hayatımda var olan mutluluklar neler?
Şu anda beni en çok gururlandıran nedir?
Hiçbir şey tamamen iyi veya tamamen kötü değildir. O zaman bu durum da öyle... Bu durumun iyi olan, benim için fırsat olabilecek yönü nedir?
Bu durumun istediğim gibi olması için ne yapmam gerekiyor?
Duygular gücümüzdür; neyi, neden? nasıl hissettiğinizi bilin
Duygularımız bizim tarafımızdan şekillendirilir... ve bizi şekillendirir.
Stresle başa çıkmak, duygularla başa çıkmakla çok yakından ilişkilidir. Duygular, yani çevremizde gelişen olaylara karşı tepkilerimiz, iç sesimiz tarafından şekillenir. Şekillenen duygularımız tekrar dışa yönelir ve çevremizi algılayış ve yorumlayış biçimimizi belirler.
Stres kuramı içinde duygu, "çevre ile insan arasında uyuma yönelik ilişkilerden doğan yaşantı" olarak tanımlanır. Duygu ve yaşam kalitesi konusundaki araştırmalar, stresin insan sağlığında oynadığı role odaklanmıştır (Brown, 1977; Baltaş, Baltaş, 1986). Duyguların çevreyle (uyaranla) ve insanla (ihtiyaçlar, güdüler ve psikolojik özelliklerle) etkileşimleri vardır. Bir olay karşısında ortaya çıkan duygusal tepkilerin doğası ve kalitesi, bireyin çevre -insan ilişkisine uyum çabasını yansıtır.
Duyguların kişinin çevresini algılayışım şekillendirdiği, araştırmalarla ortaya konmuştur. Duygularımızı tanır ve yönetebilirsek, hayatla başa çıkmamız konusunda bizimle işbirliği yapar. Enerjiye, güvene, yaratıcılığa ve ilgiye dönüşür, hayatın bize getirdiği problemlere çözüm getirir. Ancak tanıyamadığımız ve yönlendiremediğimiz duygularımız, bizi ellerinde oyuncak eder. Duygulara yön vermenin en temel zorluğu, duygunun doğasındaki paradokstur: Duygular biriciktir. Duygular anidir. Duygular değişebilir. Duyguların bu özelliklerinin bilincinde olup, onların davranışlarımızı nasıl etkilediklerinin farkında olmazsak, başıboş duyguların bizi esir etmesi kaçınılmazdır.
İnsanlar, duygularını ele alış şekillerine göre üçe ayrılır:
Duygularını mutlak kabul edenler: Duygularını okluğu gibi kabul eder ve
değiştirmek için çaba harcamazlar. Bu kişilere göre duygu, içimizden gelen, varoluşu ile başa çıkılması mümkün olmayan bir durumdur. Bu kişiler, ya duygularından memnun görünür ve bunları değiştirmek için düşük motivasyona sahiptir ya da duygularından rahatsızlık duydukları halde bunları değiştirmek için çaba harcamaz.
Duygularından kaçanlar: Zaman zaman duygularının altında ezilen, kendini çaresiz hisseden ve duygularından kaçma yoluna giden kişilerdir. Duygulan hakkında iç görü sahibi olmak yerine, onların içinde kaybolurlar. Duygusal yaşamın kontrol edilemediği duygusu yaşadıklarından ya da kontrol edilmemesi gerektiğini düşündüklerinden, duygularına kapılıp gitmek yolunu seçerler.
Duygularının farkında olanlar: Duygularının hangi durumda, hangi ihtiyaçları sebebiyle oluştuğunu bilirler ya da bilmek için çaba harcarlar. Duyguları hakkında iç görü sahibi olan kişilerdir. Bunun sonucunda;
· Duygularını fark edip isimlendirebilir ve yeri geldiğinde ortaya koyabilirler.
· Hissettikleriyle düşündükleri, yaptıklarıyla söyledikleri arasındaki bağlantıyı fark ederler.
· Hissettiklerinin performansını nasıl etkilediğini anlarlar.
· Değer yargılarına ve hedeflerine sahip çıkar, bunların rehberliğinde hareket ederler.
· Sınırlarını bilir, güçlü ve zayıf yanlarını gerçekçi biçimde değerlendirebilirler.
· Psikolojik olarak sağlıklıdırlar.
· Hayata karşı olumlu bir bakış açısına sahiptirler.
· Olumsuz bir duygu yaşadıklarında bu duygu altında ezilmez ve bu duyguya takılıp kalmazlar.
Duygularının farkında olan kişilerin duygusal zekâları (EQ) yüksektir ve stresle başa çıkabilirler. Hayatla barışık olmak, duygular tarafından yönetilmekle değil, duyguları yönetmekle ve duyguları akılla birleştirmekle mümkün olur. Dunu başarabilen kişinin duyguları, dengesini bozmaya yol açacak aşırılıkla, yoğunluklu veya süreklilikle olmaz. Duygularını yönetme becerisinden yoksun kişi için sürekli stres, kaçınılma/ bir durumdur.
Duygularını yönetebilen kişiler şu yetkinliklere sahip olurlar:
• Kendini denetleme: Yıkıcı duygu ve tepkileri denetleme.
• Güvenilirlik: Tutarlı bir dürüstlük ve bütünlük sergileme.
• Yükümlülük: Kendini ve sorumluluklarını yönetme.
• Uyum yeteneği Değişen koşullara uyma ve engellerin üstesinden gelme.
• Başarı güdüsü: İçselleştirilmiş bir mükemmellik standardını tutturma güdüsü.
• Girişkenlik: Fırsatlardan yararlanmaya hazır olma.
Duygularınız ve davranışlarınız sizindir; onları değiştirmek de sizin elinizdedir. Duygularımız zayıflığımız değil, gücümüzdür. Bu güç; onları tanımak, kabul etmek ve elde edeceğimiz sonuçları değerlendirerek yönetilebilir.
Stresten uzak durun; 3 K'yı güçlendirin
Hayatımız onun bize verdiklerinden çok, bizim ona verdiklerimizden meydana gelir.
Stresin, hastalıkları önemli ölçüde tetiklediği, artık pek çok çalışmayla saptanmış bir gerçek. Dünya Sağlık Örgütü, kalp krizinin insanlığın karşılaştığı en büyük epidemik hastalık olduğunu anons ediyor. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde ölüm sebepleri arasında birinci sırayı tutan kalp krizinin risk faktörleri ayrıntılı bir şekilde inceleniyor. İncelemeler, kalp krizi vakalarının % 50'sinin bilinen fiziksel risk faktörlerinin etkisinin dışında olduğunu gösteriyor.
1950'lerin sonlarında Friedman ve Rosenman tarafından yapılan çalışmalar, belli kişilik özelliklerine sahip kişilerin koroner damar hastalıklarına yakalanmaya daha yatkın olduklarını ortaya koydu. A tipi davranış biçimi olarak adlandırılan bu özelliklere sahip olan kişiler, yoğun dürtüleri olan, hırslı, zamana karşı yarışan kimselerdir. Bu kişiler hızlı yer, hızlı yürür, hızlı konuşur. Herhangi bir şeyin yavaş yapılmasına tahammül edemez. Birkaç şeyi bir arada, aynı anda yapmak ister. Önemli olan, bir şeyi zevkle yapmak değil, bir an önce yapıp bitirmektir.
A tipi davranış biçimi içinde olan kişiler kendilerini hiç bitmeyen bir rekabet ve mücadele içinde hissederler. Amaçları, mümkün olan en kısa zaman içinde mümkün olan en fazla sayıda şeyi elde etmektir. Elde edilecek olanlar genellikle çevredeki insanlara karşı, onlara rağmen, on hırla yarışarak ve onlardan daha fazla elde edilecektir. Bu kişilere göre başarı sayısı, başarı kalitesinden daha önemlidir.
Daha çoğu arzu etmeleri, bu kişilerin son derece rekabetçi, sabırsız, huzursuz ve giderek saldırgan olmasına yol açar. Bu da dolaşım sistemlerindeki kolesterol ve yağ oranım artırır.
A tipi davranış biçiminin tam zıddı olarak tanımlanan B tipi davranış biçimi, yukarıda anlatılan niteliklerden çok uzaktır. B tipi davranış biçimi özelliklerine sahip kimseler hırstan ve mücadeleden hoşlanmaz, işlerini yavaş yapmaktan hiçbir suçluluk duymaz. Bu kişiler genelde aşırı derece sakin ve rahattır.
Bu iki davranış özelliğinin en uç noktalardaki tutumları temsil ettiğini hatırlatmakta yarar vardır. "A tipi insan" diye bir kimse yoktur. "A tipi" bir davranış biçimidir ve her insan A tipi ya da B tipi davranış biçiminin bazı özelliklerine sahip olabilir. Her iki davranış biçimini birbirinden ayıran, özelliklerinin sayısı ve şiddetidir. Eğer bu sayı ve şiddet yüksek düzeydeyse, stresin sebep olduğu adrenalin ve kortizol hormonları normal olmayan bir tempoda ve sıklıkta salgılanır; dolayısıyla kandaki yağ ve kolesterol oranı hızla yükselir, düşmekte zorlanır ve arterlerdeki kan gittikçe pıhtılaşır. Tüm bunların sonucunda koroner kalp ve damar hastalıkları kaçınılmaz olur.
Kalp krizi geçirmek istemediğimize göre, yavaşlamalı, gevşemeli ve rahatlamak mıyız? Şart değil.
Hayatın için 3 K:
Kendine güven.
Kendini ada.
Kontrol sende olsun.
Son yıllarda yapılan çalışmalar, harekete yönelik ve başarı odaklı tutumu, hırs ve rekabetçilik gibi stresi artırıcı diğer A tipi davranışlarından bağımsız olarak araştırmaya yoğunlaştı. Belirleyici 3 K olarak tanımlayabileceğimiz bu tutumu belirleyen üç temel özellik; kendini adanmışlık, kontrol ve kendine güvendir.
Kendini yaptığı işe adayan bir kimsenin başarı odaklı tutumu, "başkalarını yenmek" ve "daha fazlasına sahip olmak" için çalışan kişinin rekabet temeline oturmuş tutumundan çok daha farklı olacaktır. Kendini adamışlık, rekabetten farklı olarak, kişinin stres altında ezilmesine neden olmaz; çünkü kişinin çabaları başkalarını geçmeye, dış dünya ile savaşmaya değil, kendini adadığı işi daha iyi yapmaya yöneliktir. Kişi hızla ilerlerken panik içinde arkaya bakıp kendisini yakalayan biri olup olmadığını kontrol etme ihtiyacı duymaz. Aksine, yapmayı seçtiği işe odaklanır.
Sağlıklı yaşamı belirleyen 3 K'dan biri olan kontrol, hayatı yönetme becerisidir. Daha önce söylediğimiz gibi, kontrol odağı içte olan kişi kendi davranışlarıyla ilgili sorumluluk alır; çünkü davranışlarını seçebileceğini bilir. "Şunu yapmam lazım...", "Bunu yapmaya zamanım yok..." yerine "Bunu yapmayı seçtim...", "Zamanımı buna vereceğim," diye düşünür. Bu kişi kim olduğunu ve neleri yapıp neleri yapamayacağını seçmiştir; hayatım ve ilişkilerini amaçları doğrultusunda kontrol eder.
Kendine güven, hayat karşısındaki gücümüzün ve varoluşumuzun en temel özelliklerinden biridir. Güven, insanın kendinden başlar. Kendine güveni olmayan kişilerin başkalarına güvenmesi de olanaksızdır. Sınırlarını tanımak, bu sınırlar içinde var olmak ve var etmek, kendine güvenle mümkündür.
Kendimize kazandırdığımız 3 K tutumu, bugünün gerektirdiği değişime uyum, başarı odaklılık ve harekete yönelik olma özelliklerinin stresle başa çıkabilme özelliklerini pekiştirir, stresle başa çıkmak için güçlü bir zemin oluşturur.
Strese yenilmek için başka ama etkili yöntemler
· Bizi yenen stres, hayat karşısında da yenik düşmemize sebep olur.
· Stresin de kendine göre yararları vardır; örneğin:
o Sizi önemli bir şahsiyet gibi gösterir. İnsanlar sizin kadar stresli birinin çok zor ve önemli işlerle uğraştığım düşünür.
o İnsanlarla mesafeli olmanızı sağlar. Bu kadar iş arasında, kimseye fazla zaman ayırmanız beklenemez.
o Sorumluluktan kaçmanızı sağlar; belli ki daha fazla iş üstlenemeyecek kadar meşgulsünüz.
o Başardı olmanızı engeller. Emin olun, stres performansınızı o kadar düşürecek ki, başarılı olmak gibi bir riskiniz hiç olmayacak.
o Otoriter tarzınızı geçerli kılar. "Ne diyorsam onu yap" şeklinde dışa vurduğunuz otoriter tarzınız, genellikle kriz durumlarında makbuldür. Stresinizden görülüyor ki, kriz halindesiniz; buyurun, otoriter olabilirsiniz.
· Strese yenilmenin birçok nedeni olduğu gibi, birçok yöntemi de var:
o Spor yapmayın. Yaparsanız kendinizi daha iyi hissedersiniz, stresle geçirilecek zamanı da spor yaparak harcamış olursunuz.
o İstediğiniz her şeyi yiyin, kilo alın. Sağlığa olan zararının yanında, şişman insanların azımsanmayacak bir bölümünün kendine saygısı az olan, düşük güvenli insanlar oldukları bilinmektedir.
o Bol bol uyarıcı alın: Daha niceleri var ama siz sadece kafein, nikotin, şeker ve kola tüketin, onlar da bu işi görecektir.
o Stresle başa çıkmanın fizyolojik yöntemlerini reddedin. Nefes egzersizlerinden ve her çeşit gevşeme tekniğinden uzak durun. Gerginliğin ve tükenmişliğin keyfini çıkarın.
o Egonuz sizi kuşatsın. "Ben" de takılın ve "biz"e ulaşmayın. Siz sıkıla
cağınıza, başkaları düşünsün.
İnsanlardan uzak durun. Arkadaşlarınıza, onlara ancak zamanınız olduğunda vakit ayırabileceğiniz hissettirin, ama bu ara hiç vaktiniz yok. Arkadaşınız olmaya çalışan kişileri görmezden gelin. Bir süre sonra zaten giderler. Her eleştiriyi kişisel alın. Sizinle ilgili her hangi bir şeyi eleştiren kişiyi dinlemeyin, söylediklerini duyarsanız kişisel olarak yara alın, alının ve "saldırısına" karşı saldırıyla cevap ver in.
Espri yeteneğinizi çöpe atın. Gülerseniz kendinizi daha iyi hissedersiniz. Bu riski almayın. Zaten stresli olmak, gülünemeyecek kadar ciddi bir iş.
Yardım istemeyin. Eğer bir şeyin iyi yapılmasını istiyorsanız, kendiniz yapın.
Bildiğiniz işi yapın. Niçin becerilerinizi güncelleştirme peşinde koşacaksınız? Hayat bu kadar kısayken, siz bildiğinizi tekrarlayın. Zaman düzenleme de neymiş? Bu stresli ortamda her geçen gün daha çok yapılacak işiniz var ve bunları programlamanız mümkün değil. Programlamakla zaman kaybedeceğinize bir yerinden işe girişin. Erteleyin, işinizi yumurta kapıya gelene kadar ertelemek, kesin bir stres kaynağıdır. Sürekli ertelemek, bu kaynağı hep besleyecektir. Kontrol edemeyeceğiniz şeyler için endişelenin; borsa, deprem, politika, yaklaşan buzul çağı, terör; bütün bunlar çok önemli ve endişe edilmesi gereken konular.
Yanlış mücadeleleri seçin. Hiçbir şey yapmadan yorulmak için; Küçük sorunlara büyük enerji harcayın. Dönüşü olmayan kararlara karşı mücadele açın. Yapılması gerekenlerin neden yapılamayacağı ile uğraşın. Mükemmeliyetçi olmakla kalmayın, inanılmaz yüksek standartlar belirleyin; ve bunlara ulaşamadığınızda dövünün, kendinizi suçlayın, hakkınızın yendiğini hissedin.
Stresle başa çıkmak İçin basit ama etkili yöntemler.
Olumlu bir tutum ve yapıcı bir bakış sahibi olmayan kişinin hayattaki en büyük engeli kendisidir.
Algılarımız ve bu algılar yoluyla oluşan inançlarımız, stresimizin belirleyicisidir. Bizde stres yaratan durumu değerlendirme ve yorumlama biçimini değiştirme şansına sahibiz. Stresle başa çıkmak, ancak başa çıkmayı istersek
mümkündür.
Araştırmalar, kontrol odağı içte, kendine güveni yüksek, kendini adamış, yeterlilik duygusu yüksek olan ve olumlu bir bakış açısına sahip insanların stresle başa çıkabildiğini göstermektedir. "Harekete geçiren faktörler" olarak tanımlanan bu beş öge, kişinin stresle başa çıkma becerisinin, hayattan aldığı doyumun ve basan yöneliminin belirleyicisidir. Bu temellere dayanmak ve aşağıda belirtilen yöntemler hakkında farkındalık kazanmak, stresle başa çıkmada kişinin uzun bir yol kat etmesini sağlayacaktır.
Stresle başa çıkmak için basit ama etkili yöntemler:
Stres kaynaklarınızı tanıyın
Neler sizde stres yaratıyor? Bunlar hakkında düşünceleriniz neler? İçinde bulunduğunuz durumu abartıyor musunuz? Herkesi memnun etmeye mi çalışıyorsunuz? Her şeyi çok önemli, çok acil, çok kritik mi görüyorsunuz? Her zaman kazanmanız gereklisini mi düşünüyorsunuz? Zararlı streslerin ağına düşmenizdeki sebep ne? Hangi streslerden yararlandınız, hangileri ile başa çıkabilmenin keyfini yaşadınız?
Duygularınıza kulak verin:, düşüncelerinizi yönetin
Beyniniz, yani siz, strese nasıl karşılık veriyorsunuz? Kendinizde baskın olarak fark ettiğiniz duygu sinirlenme ve yorgunluk mu? Bu duygular neler düşündürüyor? Hangi duygularınız stresinizle başa çıkmanıza yardımcı? Hangi duygularınız stresi körüklüyor? Yeterlilik duygunuzu geliştirecek egzersizler yapın. Duygularınızı yöneterek hayatınızı kontrol edin, kendinize güvenin, kendinizi adayacağınız amaçlar belirleyin. 3 K faktörünü unutmayın. Duygularınız sizsiniz. Duygularınız ve düşünceleriniz sizi yüceltir de, yıkar da. İstediğiniz sonucu almak için onları besleyin, güçlendirin.
Fizyolojik tepkilerinizi anlayın ve düzenleyin
Stres, egzersiz ve beslenmeyle ilgili mekanizmaları doğrudan etkiler. Stres her zaman enerji gerektirir çünkü ortaya çıkan durumla ya mücadele edilecek, ya da o durumdan kaçılacaktır. Bedenin enerji ve besin alma merkezi olan hypothalamus, "enerji gerekiyor, ye" emri verdiğinde kişi aç olmasa dahi yemeğe yönelir, ya da yediği halde tokluk hissetmez.
Stres karşısında yapılması gereken, fizyolojik tepkileri normale çevirmeye çalışmaktır. Bedeninize rağmen yaşayamazsınız. Bedenin sağlıklı faaliyet düzenini (homeostasis) koruyun. Yavaş ve derin nefes alarak nefesinizi ve kalp atışlarınızı normale döndürün. Rahatlama teknikleriyle kaslarınızı gevşetin. Fizik egzersiz yaparak stresin salınımına sebep olduğu glikoz ve lipidleri (şeker ve yağları) yakın. Çeşitli besinleri dengeli yiyin, hızlı kilo alıp vermeyin. Nikotin ve kafein gibi uyarıcılardan uzak durmaya çalışın. Yeterli ve düzenli uyuyun.
Gülün
Gülmek, vücudun doğal "mutluluk hapı" olan endorfîn salgılanmasına sebep oluyor. Yani mutluyken güldüğümüz gibi, güldüğümüzde de mutlu oluruz. Gülmek tedavi eder: Stresin ülser, yüksek tansiyon, baş ağrısı gibi hastalıkları tetiklediği bilindiği gibi, gülmenin de sinirleri gevşettiği, sindirim sistemini çalıştırdığı, kan dolaşımım kolaylaştırdığı da bilimsel olarak ortaya konulmuşun.
Gülmek, kişiye mutluluk vermenin dışında, "egzersiz" yapmasını da sağlar. Gülmenin beden üzerindeki etkileri konusunda yapılan tıbbi araştırmalarda gülmek, "iç aerobik" olarak adlandırılıyor. Kahkahalarla gülmek, vücudun üst kısmındaki tüm kasların, sinirlerin ve organların "egzersiz yapmasını" sağlıyor. Eğer bir saat boyunca kahkahalarla gülebilseydik, 500 kalori harcayabilirdik (Holden, 1998). Üstelik gülmek kolaydır da; örneğin gülmek için 26, kaşları çatmak için 62 kas hareketi gerekir.
Müzik dinleyin
Araştırmalar, kalp atışlarının müzikle senkronize olduğunu ve beynin elektrik ritminin müzikle değiştiğini gösteriyor. Müziğin stres azaltıcı etkisi araştırmalarla kanıtlandı: Müzik, kortizol adı verilen kimyasalların salgısını yavaşlatarak stres hormonlarının düzeyini düşürüyor. Aynı zamanda, müziğin bağışıklık sistemini güçlendiren T-hücrelerini çoğalttığı da bilim dünyasının bulguları arasında. Öğreneceğiniz sistematik gevşeme egzersizlerinde müzikten yararlanın.
Doğaya yakın olun
Doğaya yakın olmak ve onu gözlemlemek, insanın doğasında olan zenginlikleri hatırlatıyor. Doğayı yaşamak insanı daha sakin ve mutlu kılıyor. Hastanelerde yapılan araştırmalara göre, odalarından doğa manzarası gören hastaların iyileşme hızı, başka bir binayı gören hastaların iyileşme hızından daha yüksek. Doğayı gözlemlemek için ormanda yaşama mecburiyeti yokl Araştırmalara göre, bir akvaryumu seyretmek dahi, kişinin tansiyonunun düşmesine ve rahatlamasına yol açıyor. Her gün doğaya ayıracağınız kısa bir sürenin size dönüşünün uzun olduğunu unutmayın.
İletişim kurun
Stresin en temel kaynaklarından biri, kişinin kendini ifade edememesidir. Kişinin, söylemek istediklerini çevresindekilere aktaramaması, duygularını ve düşüncelerini söyleyememesi, büyük bir stres kaynağıdır. Çünkü iletişim bir bilgi aktarımı değil, iç dünyanın paylaşımıdır.
İletişimin, özellikle kaygının ve acının paylaşılmasının, insanları rahat la t tığı araştırmalarla ortaya çıkarıldı. Nazi kamplarında yaşamış 33 kişiyle yapılan bir araştırmada, bu kişilerden yaşadıklarını her gün iki saat buyunca anlatmaları, daha önce söylemedikleri ayrıntıları dahi paylaşmaları istenmiş. On dört ay süren araştırmada, arkadaşlarına, daha fazla ayrıntı verecek kadar güvenen kişilerin sağlığının diğerlerinden çok daha iyi durumda olduğu tespit edilmiş.
Etkin iletişim, kişinin kendini etkili bir biçimde ifade etmesi, hoşlandığı ve hoşlanmadıklarım dile getirmesi, itiraflarda bulunması, iltifatları kabul etmesi ve "hayır" demeyi bilmesiyle olur. Karşısındakini etkin dinlemek de, kendini ifade edebilmek kadar önemlidir. Birçok kişi zihin okumayı sever ve karşısındakinin ne düşündüğünü ve ne hissettiğini hemen anladığını zanneder. Eğer bu "tahmin" isabetli olmazsa, karşısındakinin hayal kırıklığı ve kızgınlık hissetmesine sebep olur. İletişim, yani ilişki bozulur. Dinlemeyi bilmeyenler, konuşmayı öldürürler. Siz ikisini de etkin bir biçimde yapmanın hayatı kolaylaştırdığını ve yaşanılır kıldığını unutmayın.
Hayat, önemli olaydan bekleyerek geçerse bittiğinde, yaşanmış değil, kaybedilmiştir.
Birinin bir gün bize "mutluluk" hediye edeceğini bekleyerek geçen bir yaşam, mutsuz ve verimsiz bir yaşamın garantisi sayılır.
Mutluluk, bir yere ulaşmak değil, yaşanılanlardan zevk almaktır. Hayat, büyük olayları beklerken arada geçen zaman olmamalı. Hayatı değerlendirebilmek için etkin rol almak ve bilerek yaşamak zorundayız. İlişkilerine ve kendisine emek vermeyenin, hayatına saygısı olamaz.
Mutluluk, biraz da sınırlarımızı ve sorumluluklarımızı, yani varlığımızı tarif etme sorunudur. Bu da enerji ve cesaret ister. İnsanlık, tarihindeki yok ederek varolma mirasını, var ederek var olma pırıltılarına dönüştürmekte hâlâ zorlanıyor. Yaşam kıvancına itibarı zûl sayar, coşku köpüklerimizi hafif bulur ya da nazar değer kaygısıyla mutluluğumuzu yaşamaktan korkarız. Yaşama göstermediğimiz itibarı, yaşam da bizden esirger. İç değerlerimizi, varlığımızı güçlendirmeye seferber edelim ki, gücümüz yaşamımızı güzelleştirsin. W. Shakespeare bizi, bakıp görmeye, uzanıp tutmaya davet ediyor.
Bazen;
Yıldızlan süpürürsün, farkında olmadan.
Güneş kucağındadır, bilemezsin.
Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür.
Göğsünde kuruludur orkestra, duymazsın.
Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın.
Uçar gider, koşsan da tutamazsın...
Hayata ve mutluluğa sahip çıkmak için gün bugün, an bu andır. Sevinçlerimiz varsa ve bu sevinçlerimizi dizginlemeye gerek duymadan, coşkuyla paylaşabileceklerimiz varsa, sevmekte, gelişmekle ve üretmekteysek, mutluluk ellerimizde. Bir Portekiz atasözünde söylendiği gibi kişi öğrenmek için yaşamalıdır böylece yaşadıkça öğrenir.