Neden gerçek hikâyeler bile yalan söyler?
Hayat karman çorman, yün yumağından beter. Görünmez bir Marslının elinde görünmez bir not defteriyle yanınızda yürüyüp yaptığınız, düşündüğünüz ve hayal ettiğiniz her şeyi not aldığını düşünün. Hayatınızın tutanağı şöyle gözlemlerden oluşurdu: "Kahve içti, iki şekerli", "Çiviye bastı ve dünyaya sövüp saydı", "Hayal kurdu: Komşuya selam verdi", "Tatil rezervasyonu yaptırdı, Maldiv Adaları, servet ödedi", "Kulağında kıl vardı, hemen yoldu" vs. Bu detay karmaşasını eğip büküp bir hikâye haline sokuyoruz. Hayatımızın, izleyebileceğimiz bir hat oluşturmasını istiyoruz. Birçok insan buna "anlam" diyor. Hikâyemiz yıllar boyunca düz ilerlerse de "kişilik" oluyor.
Aynı şeyi dünya tarihinin detaylarıyla da yapıyoruz. Onları zorla çelişkisiz birer hikâye haline sokuyoruz. Sonuç ne? Birdenbire, örneğin Versay Antlaşması'nın niçin II. Dünya Savaşı'na sebep olduğunu ya da eski ABD Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspan'ın eli bol finans politikasının niçin Lehman Brothers'ın batmasına neden olduğunu "anlıyoruz". Demir Perde'nin niçin yıkılması gerektiğinin, Harry Potter'ın neden çok sattığının farkına varıyoruz. Bizim "anlamak" adını verdiğimiz şeyi elbette o zamanlar kimse anlamamıştı. Anlayamazdı da zaten. Biz sonradan içine bir "anlam" yüklüyoruz. Yani, hikâyeler müphem işler ama belli ki onlarsız da yapamıyoruz. Nedeni belli değil. Aşikâr olan, insanların bilimsel olarak düşünmeye başlamadan önce dünyayı hikâyelerle açıkladıkları. Mitoloji felsefeden daha eskidir. Hikâye önyargısı şudur: Hikâyeler hakikatleri çarpıtır ve basitleştirir. İçine pek uymayan her şeyi bastırır.
Medyada hikâye önyargısı veba gibi ortalığı kasıp kavurur. Örneğin, bir araba köprüden geçerken köprü aniden çöker. Ertesi gün gazetelerde nasıl bir haber okuruz? Arabada oturan talihsiz adamın hikâyesini; nereden geldiğini, nereye gitmeye çalıştığını. Hayat hikâyesini öğreniriz: Falanca yerde doğmuş, falanca yerde büyümüş, mesleği falanca. Eğer hayatta kaldıysa ve röportaj verebiliyorsa, köprünün çökme anında neler hissettiğini detaylarıyla öğreniriz. İşin saçma yanı, bu hikâyelerin hiçbirinin önemli olmamasıdır. Önemli olan talihsiz adam değil, köprünün inşaatıdır: Köprünün zayıf noktası tam olarak neredeydi? Sebep malzeme yorulması mıydı? Değilse, köprü önceden zarar mı görmüştü? Öyleyse, bu zarara ne sebep olmuştu? Yoksa, tümden uygunsuz bir yapı prensibi mi kullanılmıştı? Bütün bu önemli noktalardaki sorun ise şudur: Bunlar bir hikâyenin içine oturmaz. Hikâyeler bizi çeker, soyut gerçekler ise bizi iter. Bu bir lanet gibidir; çünkü önemli unsurlar önemsizlerin uğruna gözden çıkarılır (bu aynı zamanda büyük şanstır, yoksa sadece araştırmaya, gerçeklere dayalı kitaplar olur, romanlar olmazdı).
Şu iki hikâyeden hangisini ileride hatırlarsınız? A) "Kral öldü, sonra da kraliçe öldü." B) "Kral öldü, sonra da kraliçe üzüntüsünden öldü." Aklınız insanların çoğunluğu gibi işliyorsa, ikinci hikâyeyi daha iyi hatırlarsınız. Burada iki ölüm sadece birbirini izlemiyor, duygusal açıdan da birbirine bağlı. A hikâyesi bir olay raporu. B hikâyesi ise "anlamlı". Bilgi kuramına göre A hikâyesinin daha kolay depolanabilir olması gerekir, çünkü daha kısadır ama beynimiz böyle işlemiyor.
Ürünün avantajlarının rasyonel şekilde sıralanmasındansa, bir hikâye anlatan reklamlar daha çok işe yarar. Gerçekçi bir bakışla yaklaştığımızda bir ürün için hikâye son derece önemsizdir. Ama beynimiz böyle çalışmıyor. O, hikâye istiyor.
Sonuç: Kendi biyografimizden dünya tarihine kadar her şeyi "anlamlı" hikâyeler şekline sokuyoruz. Böylece gerçekleri çarpıtıyoruz, ki bu da kararlarımızın niteliğini etkiliyor. Karşı önlem şudur: Hikâyeleri birbirinden ayırın. Kendinize şunu sorun: Bu hikâyenin gizlemek istediği ne? Ve alıştırma yapmak için kendi biyografinizi bir kez de bağlantısız görmeye çalışın. Şaşıracaksınız.